İstanbul'un halet-i ruhiyesi üzerine bir buluşma: Şehir Fikri
Damla Menteş, İstanbul'u ve Onagöre'nin Tefrika İstanbul serisinin üçüncü cildi Şehir Fikri'ni konuşmak için Ci Demi ile buluştu, İstanbul'un hâlet-i ruhiyesini anlamaya çalıştı.
Yaşadığı şehri karşına alıp konuşmak, belki kavga etmek, ona küsmek ya da onunla barışmak için sokaklarında ona binlerce adım atmak... Hangimizin şehirle çetrefilli bir ilişkisi yok ki? Yarım kalan inşaat alanlarının ya da bir çift topuklu ayakkabının alelade bir şekilde durduğu yollarıyla Ci'nin İstanbul'u bize bir yerlerden çok tanıdık gelen ama bir o kadar da tekinsiz bir ilişkiyi hatırlatıyor. İstanbul'u ve Onagöre'nin Tefrika İstanbul serisinin üçüncü cildi Şehir Fikri'ni konuşmak için Ci ile buluştuk, İstanbul'un hâlet-i ruhiyesini anlamaya çalıştık.
Tefrika İstanbul 003: Şehir Fikri / Kapak illüstrasyonu: Başak Demir
Fotoğraflarınla ilgili şunu düşünüyorum, Ci'nin İstanbul'u. Bilirsin, bir İstanbul vardır; ortada tüm gerçekliği, geçmişi, şanı, ağırlığı, hikayeleri, güzelliği, büyüleyiciliği, masalsı halleri ile vardır. Bir de biz fanilerin İstanbul’u var. Bana, senin İstanbul'un oldukça yakın geliyor. Çünkü senin İstanbul’un anlatılandan bir başka. Bu başkalık hissi zaten durup o fotoğraflara bakmama, tekrar tekrar bakmama neden oluyor. Onagöre’nin yayımladığı Tefrika İstanbul’un üçüncü cildi Şehir Fikri üzerinden bu başka İstanbul’u, sana göre olan İstanbul’u konuşacağız. Fazla kişisel bulduğun sorulara pas hakkın da saklıdır.
Çok çekinmem kişisel olmasından.
Tefrika ile yolunuz nasıl kesişti? Bunun hikayesini Ali Taptik’den dinledim, oldukça spontane gelişmiş. Neden bu seride sen de varsın?
Ben Ali’ye e-mail attım. Dedim ki “İstanbul ile ilgili kitaplar hazırlıyorsunuz, Tefrika İstanbul’u da biliyorum. Benim de kitap çıkarmaya çok hevesim var ve hep İstanbul ile ilgili çekiyorum. Bir araya gelirsek anlamlı bir şeyler yapabileceğimizi düşünüyorum.” Ali de davet etti beni. Muhabbet ettikçe çok iyi iletişim kurduğumuzu fark ettik, kitap da bu sürecin sonunda oluştu. Biraz ben kendimi ortaya attım, Ali’de kaptı gibi bir durum oldu. Bence sürecin anahtar ifadesi şuydu: “Birlikte anlamlı bir şeyler yapabiliriz.” Anlamlı bir şeyler yapmak ayrıca İstanbul ile ilgili anlamlı bir kitap hazırlamak istiyordum. Ali de bunun için konuşmam gereken en uygun insanmış meğer, bunu süreç içinde fark ettim.
Tüm işlerin İstanbul’a, onun tuhaflıklarına odaklanmış durumda, bu soruyu sana gönül rahatlığıyla sorabilirim gibi geliyor, İstanbul’un nesi bu kadar tuhaf?
Fotoğraf çekmeye başladıktan birkaç sene sonra, 2017 yılında, Kozyatağı’nda yol üzerinde bir çift topuklu ayakkabı ile karşılaştım, yolun ortasında duruyordu ve bunu görünce aklıma ülkenin bir derdi olarak gördüğüm kadın cinayetleri geldi. Kadın Cinayetlerini Durduracağız platformunun kurulduğu dönemdi. O bir çift ayakkabının fotoğrafını çektim ve buna bir isim bulmalıyım dedim. Sonra isim buldum: Her Şeyin Kötüye Gittiğine Dair Emareler. Şu an Pera Müzesi’nde sergilenen fotoğraflar bu seriye ait. Her şey o bir çift topuklu ayakkabıyı görmemle başladı. Aslında insanların İstanbul’un tuhaflıkları dediği şeye ben her şeyin kötüye gittiğine dair emareler diyorum. Çünkü karşılaştığımız bu tuhaflıklarla aslında bir şeyler kötüye gittiği için karşılaşıyoruz. Bunun benim için hem politik hem duygusal ve daha kişisel olan bir katmanı var. Mesela zaman içinde toprağın içine batmış bir çeşmeyi gösteren fotoğrafım ya da 10 Kasım’da Kadıköy’de eline çiçek tutuşturulmuş Atatürk heykelini çektiğim fotoğrafım. Kadıköy’ün ortasında, deniz kenarında alelade bir şekilde kurulmuş oturan adam. İnsanlar bunlara baktığı zaman bir tuhaflık ya da mizahi bir okuma görüyor. Ama ben onlara sadece tuhaflık diyemiyorum şahsen.
Tefrika İstanbul 003: Şehir Fikri kitabından
Gerçeklik belki? İstanbul bana, üzerine düşünmeyi çok sevdiğim Alice Harikalar Diyarı’nı hatırlatıyor. Alice’in hevesle girdiği ama bir süre sonra tuhaf ve zorlayıcı bir hikayeye dönüşen harikalar diyarı. Tüyleri yavaşça ürperten bir hikayeye benziyor İstanbul. Üzerine düşünmeyi sevdiğim bir başka şey de seninle birlikte karşıma çıkıyor: psikocoğrafya. Türkçesi daha güzel: "Hâlet-i ruhiye semtleri". İstanbul doğumlusun ve bu şehre bir ömür vermiş gibi hissettiğini de biliyorum. Psikocoğrafya denilen şeyi İstanbul üzerinden, onun semtleri üzerinden konuşmak isterim. İstanbul nasıl bir hâlet-i ruhiye içinde?
Bu terimi söyleşi yaptığım biri attı ortaya, ben de sahiplenip kullandım ve insanlar da kullanmaya başladı. Çünkü çok iyi karşılıyor yaptığım işi.
Yapmaya çalıştığım şeyin ne olduğunu tarif etmeye çalışırsam, psikocoğrafyanın tanımı da netleşir diye düşünüyorum. Aslında benim için İstanbul’u fotoğraflamak ikincil bir dert. Birinci derdim İstanbul’un sahnelerini kullanarak kendimle ilgili bir hikaye yaratmak ve anlatmak.
Fotoğrafını çektiğim yerler ya benim yaşadığım ya anılarımın olduğu ya da hep uğradığım yerler. Hiçbir zaman “Esenler’e gideyim biraz da orada fotoğraf çekeyim” gibi bir planım olmuyor. Tırnak içinde bu gezginlik, flanörlük hali benim hep kişisel rotalarım ile şekilleniyor. Mesela dün bir arkadaşımla birlikte Pera’daki “Zamane İstanbulluları” sergisini gezdim yeniden, baktım 13 fotoğrafın 6’sında Kadıköy var. Kadıköy’de büyüdüm, orayı çok seviyorum. Oraya gidince evimde olduğumu hissediyorum. Fotoğraflarıma baktıkça oranın psikocografyasını çıkardığımı görüyorum. Hep orada her şeyin kötüye gittiğine dair emareleri görmüşüm. Mesela Rexx’in kapandığını gösteren bir fotoğrafım var. Bu fotoğrafımı Şehir Fikri’ne eklemedik ama benim çok sevdiğim bir fotoğraf. Rexx’in kapısına bir tane plaka koymuşlar, Afife Jale’nin büstü hala duruyor. Mesela bu benim için her şeyin kötüye gittiğine dair bir emare. Çünkü Rexx kapanmış, Kadıköy için daha kötü ne olabilir diye düşünüyorum.
"Bir korku öğesi olarak İstanbul diye bir şey var ama bu bizi ne çeşit bir korkuya itiyor emin değilim. Korkutucu şeyler yerine bir cinnetin kurulduğu anları fotoğraflamayı, o anları aramayı ve görmeyi daha çok seviyorum."
Fotoğraflarına baktığım zaman şehri bir “mekan” olarak değil bir “ruh hali olarak” görüyorum ve İstanbul fotoğraflarının bir özelliği de hepsinin gündüz vakti çekilmiş olması. Gündüz ya da gece diye bir ayrıma gerek var mı bu şehir için? Fotoğraflarına baktığım zaman gündüz İstanbul’unun da ucubeliği ve tuhaflığının gecesinden kalır yanı yok gibi. Fotoğrafların, gündüz vaktinde korku filmi izlemek gibi ama öyle "bööö!" korkusu değil, yavaş yavaş idrak ettiğin bir gerçeğin ya da bünyeye yavaş yavaş çöken bir cinnetin korkusu gibi. Sence İstanbul korkunç bir şehir mi?
O kadar güzel söyledin ki yavaş yavaş kurulan bir cinnet anı diye. Bence çok doğru bir tanım. Bir korku öğesi olarak İstanbul diye bir şey var ama bu bizi ne çeşit bir korkuya itiyor emin değilim. Korkutucu şeyler yerine senin bahsettiğin gibi bir cinnetin kurulduğu anları fotoğraflamayı, o anları aramayı ve görmeyi daha çok seviyorum. Bu şehirden korkmak için birçok neden var. Kişisel bir korkma meselesi değil. Fotoğraflarım için yapılan korku filmi benzetmesi, bunun insanlara geçmesi hoşuma gidiyor. Çünkü ben de kafamın içinde bir korku filmi çeker gibi çekiyorum fotoğraflarımı. Bu tansiyonu verebiliyor olmak beni mutlu ediyor.
İstanbul için bir de şöyle diyorsun: Uğursuz yüzölçümü. Bu uğursuz yüzölçümünde fotoğraf çekmeyi ise şöyle tanımlıyorsun:Görünmez bir canavarı fotoğraflamak. İstanbul’da görünmez bir canavar var ve bazılarımız bu canavarın varlığını hissederek onun peşine düşüyor. Bu canavarı görünmez kılan ne peki?
Harika bir soru. Görünmez canavar biraz da gündemimizde olan korkularımızla alakalı. İstanbul, ne zaman başladığı ve ne zaman biteceği belli olmayan bir geri sayım içinde, sürekli bir felaketin eşiğinde yaşayan bir şehir. 2016’da bu terör saldırılarıyla kendini gösterdi. Daha sonra darbe girişimi arkasından gelen yıllarda hiçbir itirazın dile getirilemesi, daha sonra bunlar diğer yıllarda da devam etti. Hiçbir şekilde itirazını dile getirememek, her protestonun yasaklanması bu görünmez canavarın emareleriydi. Hiçbir şeye itiraz edemiyorsun. Bu görünmez canavar, başkalarının bizi “Bununla yaşayacaksın” demesi aslında. Açıkçası iktidardakilerin bu kadar derin düşündüğünü sanmıyorum ama öyle ya da böyle bu görünmez canavar ile yaşamaya mecbur bırakılıyoruz. Öte yandan, fotoğraflarıma işte o korku filmi tansiyonunu veren gerilim de aslında bu görünmez canavarın yansıması.
Tefrika İstanbul 003: Şehir Fikri kitabından
Bu canavarın yarattığı tedirginliğin, fotoğraflarındaki yansımasının çok açık olduğunu düşünüyorum. Bunun yanı sıra İstanbul seni ikilemde bırakıyormuş gibi de hissediyorum. Evet, bir canavar var ama bir de o canavarın peşine düşenler var. Bir melankoli var ama inatla devam eden yaşamın izi de var. Bu ikilik konusunda haklı mıyım sence? Evet uğursuz, tekinsiz bir şehir, günden güne büyüyen bir canavarı da var ama hala buradayız, onun peşine düşüyoruz ve hala onu konuşuyoruz.
Çok iyi ifade ettiğini, anlamlı kelimeler kullandığını düşünüyorum. Bu fotoğraflarda benim için bir yaşama tutunuş var. Çok net bir şekilde söyleyebilirim, eğer ben İstanbul’un fotoğraflarını çekmiyor olsaydım sadece evde oturan bir insan olurdum. İstanbul’un varlığı ve fotoğrafımın İstanbul sayesinde varlığı benim dışarıya çıkma, hayatı deneyimleme sebebim aynı zamanda.
Yani yaşamak için bir bahane benim için. Yoksa çok içine kapanık, izlediği bir filmle, okuduğu bir kitapla kendini besleyen, internette zaman geçirerek yaşayan bir insan da olabiliyorum. Ama İstanbul ve onunla ilgili düşündüğüm şeyler var. Tamam bugün dışarıya çıkayım diye dışarıya çıkıyorum ve her dışarı çıkışımla birlikte biriken ve beni yaşama dahil eden anlar var.
Her birimiz, özellikle de çevremizdeki herkesle İstanbul’da yaşamanın zorluklarını çok konuşuyoruz, ama ben yaşadığımız bireysel zorlukları değil, şehrin sanatçı ile kurduğu ilişkiden bahsetmek istiyorum. İstanbul’un bir sanatçıya sunduğu bazı zorluk ve kolaylıklar olduğunu düşünüyorum. Bu şehirde sanatçı olarak var olmak bireysel olarak var olmaktan ne anlamda farklılaşıyor?
Röportajlarda parantez içindeki gülüyorlar var ya, işte burası tam orası. (Gülüyor.) Evet sanatçı olarak eğer bir derdiniz varsa üretimi kamçılayan bir yanı var İstanbul’un. Anlatılar, hikayeler… İstanbul, zorlukların içinden çıktığında, çıkabilidiğinde anlamlı bir şehir haline geliyor. İstanbul, oyunun zor kısmı. Kısacası zor. Başka bir kelimeye ihtiyaç yok. Bu debelenmenin içinde üretmeyi kamçılayan bir yanı var. Ama sanatçı olarak ekonomik açıdan varolmak imkansıza çok yakın. Burada bir ikilem ortaya çıkıyor. Senin çile çekmene neden oluyor, seni kamçılıyor, üretmeni sağlıyor, öte yandan varolmana da izin vermiyor. Sergiler yapıyorsun, fotoğraflar satıyorsun ama tamamen de şansa aslında. Mesela 2021’den itibaren ekonomik olarak hayatta kalmış olmam tamamen şans. Ama ben imtiyazlı bir pozisyonda duruyorum, bunu söylemekten çekinmiyorum. Ailemle yaşadığım için imtiyazlı bir pozisyondayım ve geçiniyorum. 37 yaşındayım ve sanatımla geçiniyorum. Tamamen şans.
"Yani İstanbul yıkılmış bir şehir değil belki ama yıkım her yerde. Ben sadece üç saat sokakta dolaşarak bir deprem bölgesinden fotoğraf çekiyormuş gibi İstanbul’da fotoğraf çekebilirim."
İtalyan Dili ve Edebiyatı okuman, uzun yıllar reklam yazarlığı yapmışlığın var, bir ara foto muhabirliği de yapıyorsun ve şimdi bir fotoğraf sanatçısı olarak geçiniyorsun. Sanatçılıktan önce ve fotoğrafı tamamen merkezine koymadan önce senin için daha mı farklı bir yerdi İstanbul? Ya da daha mı farklı bir ilişkiniz vardı?
Edebiyat okumam, reklam yazarlığı yapmış olmam tüm bu geçmişimdeki durumlar aslında hepsi beni sanatçılığa hazırlayan şeylerdi. En başından beri tırnak içinde sanatçı olarak var oluyor olsaydım, bu edinimler olmamış olsaydı derdimi bu kadar iyi anlatamazdım gibi geliyor. Metin yazarlığı mesela, reklam sektörünün içinde 11 yıl debelenmiş olmak fotoğrafıma bir iştah kattı. Çünkü ofiste geçirdiğim zamanlarda hep dışarıda olmak istiyordum, hep büyük bir hevesle bir şeyler çekmek istiyordum. Foto muhabirliği yaptığım dönemin de etkisiyle, reklamcı olduğum dönemde eğer ülkede toplumsal bir olay varsa ben de orada olmak istiyordum. Savaş çıkıyor, protestolar, müdahaleler vs. oluyor. Orada olmak, olana fotoğraflarımla şahitlik etmek istiyordum ama yapamıyordum, ofisin içindeydim. Bunların hepsi beni hevesli ve bence çalışkan bir sanatçı olmaya hazırladı.
O zamanlar nasıldı İstanbul ile aranız?
Mesleki kimliğim bu ilişkide çok belirgin bir rol oynamadı. Metin yazarlığı yaptığım dönemde İstanbul’u nasıl görüyordum? Yine her şeyin kötüye gittiği emareleri görüyordum ama ifade edecek tesis yoktu. Artık “tamam, sanatçı olarak yaşıyorum” dediğim anda o tesis kuruldu. Benim için bir anlatım aralığı, hikaye aralığı oluşmuş oldu. Eskiden içime attığım bir şeyi, şimdi içime atmama gerek yok, ifade edebildiğim bir aralık var.
Tefrika'ya dönmek istiyorum. Ali Taptik ile katıldığınız bir Açık Radyo programı var, orada söylüyorsun sanırım: Şehir Fikri'ndeki İstanbul fotoğraflarını bir eleye döktük. Yazı yok, insan yok, hayvan yok. O sırada okuduğum bir kitapta da şu cümleye denk geliyorum: “…fotoğrafta insanlardan vazgeçmek, tüm vazgeçişler arasında uygulanması en zor olandır.” Bu yüzden sana sorasım geliyor, "E senin İstanbul’unda ne var?” diye. Kadrajına ne giriyor? Senin şehir fikrinde ne/neler bulunuyor?
Bol bol tansiyon, gerilim ve tekinsizlik bulunuyor. İnsanların bıraktığı yıkımın izleri bulunuyor. Yani İstanbul yıkılmış bir şehir değil belki ama yıkım her yerde. Ben sadece üç saat sokakta dolaşarak bir deprem bölgesinden fotoğraf çekiyormuş gibi İstanbul’da fotoğraf çekebilirim. Bunun izleri var kitapta. Dilin emareleri var, mesela grafitileri çıkarmadık, harfleri belli olmuyor ama dilin emareleri var.
Bir de şu var, belki yine ilk bakışta anlaşılmayabilir ama hem fotoğrafların hem de bakış açın bana oldukça politik geliyor. Göze sokulmayan ama bal gibi ortada olan bir politiklik. “Olay mahalli” demek istiyorum hatta fotoğraflarına. Sence politik mi fotoğrafların? Evet, fotoğraflarında kişisel hayatının izleri var, melankoli ya da tekinsizlik var. Ama melankolinin politik tarafı da var. Türkiye gibi ülkelerde kişisel hikayelerin toplumsal hikayelerden ayrışalabileceğini düşünmüyorum . Bir sanatçının İstanbul’a dair politik olmadan bir şeyler üretmesinin zor olduğunu düşünüyorum.
İmkansız. Benim sindirilmiş bir itirazım var. Açık açık konuşmak istemiyorum ya da bağırmak istemiyorum. Korktuğumdan değil ama sindirilmişim. Derdim sindirilmiş, derdim hiçbir zaman dinlenmemiş ya da temsil edilmemiş. Bunun verdiği bir yaranlanmışlık var.
Vazgeçmişlik değil asla ama hevesi kaçmışlık var. Ben ne yaparsam yapayım, benim derdimin temsili olmayacak, her şeyin kötüye gittiğine dair emareler için hiçbir şey yapılmayacak düşüncesi var. Fotoğraflarımdaki politik duruşun küskün ama hala kendini anlatan bir hali olduğunu düşünüyorum.
“Unutursan Darılmam” adlı bir fotoğraf serin var, bu isim bir kabulleniş, barışma değil ama bir uzlaşma taşıyor sanki. İstanbul ile kurduğumuz ilişkimizin de dönemleri olduğunu düşünüyorum. Mesela ilk karşılaşma ya da beklentilerimizi şekillendirdiği hüsran dönemi. İstanbul’a “Unutursan darılmam” diyerek seslenmen de bir uzlaşma emaresi mi?
Uzlaşma kelimesi o kadar doğru ki. Söyleyeceğim şey için iyi bir yol açıyor. “Unutursan Darılmam” aslında sadece benim İstanbul’a söylediğim bir şey değil aynı zamanda o da aynı şeyi bana söylüyor. İki senaryo var, İlki şu: Bir yıl boyunca evin içindeyim ve İstanbul’a “Beni unutursan darılmam, sıkıntı yok.” diyorum. Beni unutabilirsiniz, arkadaşlarım unuttu, şehir değişti, şehir unuttu. Çok uzak kalmıştım her şeyden ama bir yıl sonra dışarı çıktığımda da ikinci senaryoyu fark ettim: Arkadaşlarım beni unutmamış sadece yalnız kalmak istediğimi düşünmüşler, şehir de değişmiş ama bilmediğim şekillerde değil, umduğum şekillerde değişmiş. Mesela nihayet sahildeki inşaatı bitirmişler. Ben ortalıkta yokken İstanbul da zamanda bir atlama yaşamış gibi hissettim. İstanbul’a unutursan darılmam diye sesleniyorum evet, ama İstanbul da bana diyor ki “Eğer gerçekten bir gün canına tak eder de gidersen, dert değil, beni unutabilirsin. Beni artık düşünmeyebilirsin, başka şehirlere aşık olabilirsin, sorun değil, sen de dert etme.” diyor. Çünkü ikimiz de birbirimizle yaşadığımız halde birbirimizi bütünüyle unutma eşiğine geldik. Benim hastalığım bunu böyle düşünmeme vesile oldu. İhtimaller ortaya çıktı, şartlar olgunlaştı ve buradan tamamen gidebilirim düşüncesi oluştu. Ama gidecek miyim? Bir sonraki bölümde öğreneceğiz hepsini.
Bir söyleşinde şunu söylüyorsun: İstanbul bana olan borcunu ödemeye başladı. Bu pek karşılaştığımız bir durum değil, şehir genelde ödemez borcunu, bunu okuduğumda rahatladığımı hatırlıyorum. O kadar vermeye alışmışız ki alma kısmını unutmuşuz. Bir de çabalarımızın karşılığı vardı değil mi?
İstanbul için çalışıyorum, uğraşıyorum, didiniyorum. Materyalim İstanbul. 2022 yılında öyle bir şey oldu ki İstanbul ile ilgili anlattığım hikaye insanlarda bir karşılık bulmaya başladı. Bir anda kendimi başarılı bir insan ve fotoğrafçı olarak buldum bunu da o yüzden söylemiştim. İstanbul galiba bana borcunu ödemeye başladı çünkü çalışmalarımın karşılığını almaya başladığımı düşündüm. Ama gerçekten İstanbul bizi yaşamımızla ilgili ödüllendirebilir mi? Aslında ödüllendirebilir. Kendi izole çevremiz, arkadaşlarımız, toplandığımız evler şehrin bir ödülüymüş gibi. Seçtiğimiz aileleri sadece bu şehirde bulabiliyoruz. Arkadaşlarımız yani, İstanbul’un bize verdiği en değerli şeyler.
Tefrika İstanbul 003: Şehir Fikri kitabından
İstanbul ile bir şekilde kendimize özgü bir dil kuruyor gibiyiz. Belki zaman belki ruh sağlığı, bir şekilde her birimizin verdiği şeyler var İstanbul’a. Mesela senin İstanbul’a verdiğin şeylerden biri de renk paletin.
Dijital fotoğraf çekiyorum. Fotoğrafların ham hali benim için gerçekten çok ham. Farklılaştırmak için nasıl bir yol izleyebilirim diye düşündüm. Çok düşündüm, kafa yordum. Birkaç yıl boyunca hiç renklerim yoktu. Sonra resimlere, sinemaya bakmaya, rengin nasıl kullanıldığına dikkat etmeye başladım. İtalyan korku filmleri var, giallo. Giallo, sarı demek. O filmlerin renklerini çok sevdiğimi farkettim. Bir gün oturdum bilgisayarın başına, o renkleri denedim. Başaramadım ama ortaya bana özgü bir şey çıktı. Sonra artık hep onu kullanmaya başladım, hiç değiştirmiyorum. Renkli, tansiyonlu gerilimli bir palet olduğunu düşünüyorum.
"Ne gerek var kitaba? Kitap satacak mı diye tansiyonlara, üzüntülere ne gerek var?"
Fotoğraftan çok resme bakmayı sevdiğini söylüyorsun. Fotoğraf aşkından geceleri gözüne uyku girmediğini de biliyorum, o yüzden bunu okuduğumda şaşırdım. Bir de de senin de fotoğraflarının yer aldığı Mamut Art Project 2022’de şunu söylemiştin: "Videoyu pek sevmem." İstanbul'un hareketliliği malum, bu hareketliliğin çok daha farklı bir halini görüyoruz senin fotoğraflarında. Birazdan yaşanacak hareketin bir emaresini hissediyorsun. Hem bu hareketi hem de İstanbul ile olan ilişkini başka bir alana veya araca taşımayı düşünüyor musun? Fotoğraf senin için tek alan mı?
Sonsuza kadar fotoğraf ile kalacağımı düşünüyorum. Biri, “Senin fotoğrafların bir şeyler olurken değil, bir şeyler olmadan hemen önce veya hemen sonrasını gösteriyor.” demişti. Gerçekten de çok nadir bir durum bir şey olurken fotoğrafını çekmem. Yazı da yazıyorum, bazen evde sıkılıyorum ve şiir yazıyorum. Şiiri çok seviyorum. Enis Batur, en sevdiğim şair ve 20 yıldır okuyorum yazdıklarını. Ama fotoğraf çekmeyi çok daha ödüllendirici buluyorum.
Okuma deneyimi değişiyor, alıştığımız okuma eylemine yenileri de eklendi. Bu eylemi “kitap” ile gerçekleştiren insan sayısı da azalıyor. Instagram varken fotoğrafları bir kitap haline getirmek neden?
Güzel soru, ne gerek var değil mi? Bir fotoğraf paylaşıyorum 7.000 like alıyor. İzleyici ise, al izleyici. Orada aslanlar gibi duruyor. Ne gerek var kitaba? Kitap satacak mı diye tansiyonlara, üzüntülere ne gerek var? Ama kitap daha kalıcı, Instagram postu sadece şu an ilgilenenlerin odağı. Gelecekteki meraklar ilgilendiriyor beni. Ağımı biraz genişletmek istiyorum. Hayatımı verdim aşağı yukarı, madem bu kadar uğraşıyorum, Instagram’da da görsünler, eyvallah. Ben de görüyorum, gerçekten bütün gün güzel fotoğraflar görüyorum, bu harika bir şey. Ama hepsi şimdi ile alakalı. Gelecekte istanbul’un peşine düşen birinin benim kitabımla denk gelmesi… Benim için büyük ve ödüllendirici olan bu oluyor.
Bazen aklıma bir kitaptan bir kısım yarım yamalak geliyor, o kitapta o kısmı bulup okumadan rahat etmeyeceğim belli, gidiyorum kitaplığa o kısmı buluyorum, okuyorum. Rahatlıyorum, üzerine düşünceler kuruyorum ya da günüme devam ediyorum. Şimdi artık bu duruma şu ihtiyaç da eklendi “o fotoğrafa tekrar bakmalıyım.” O fotoğrafla, Instagram akışı dışında da karşılaşma ihtiyaç duyuyorum. Bu yüzden, fotoğraf kitabının herhangi bir ihtiyaç durumunda “camı kırınız ve alınız” niyetiyle evimde olmasını seviyorum. Bitirmeden, Tefrika İstanbul’un Şehir Fikri cildinde karşılaşacağımız bir fotoğrafın hikayesini anlatmak ister misin?
Tefrika İstanbul 003: Şehir Fikri kitabından
Ya bu fotoğraf çok tuhaf bir fotoğraf. Sadece 1 saniye var olmuş bir sahnenin fotoğrafı. Halatla o gül parçaları nasıl bir araya geldi, bilmiyorum. Ben onu nasıl fark ettim de fotoğrafını çekmek istediğime karar verdim, bilmiyorum. O gül parçaları sonrasında hemen uçuştu. Öyle tuhaf bir kompozisyon ki bakıyorsun ve hemen ayrılık ile ilgili bir sahne geliyor aklına. Kim o fotoğrafa bakarsa baksın bana söylediği şey şu: “Vapura binmeden önce ayrılmışlar”. Bu an sadece 1 saniyeliğine var oldu. Onu yakalamış olmak bana büyük bir haz veriyor.
Roland Barthes, Camera Lucida’nın ilk sayfasında Napolyon'un en küçük kardeşi Jerome’un 1852’de çekilmiş bir fotoğrafına bakarken yaşadığı şaşkınlığı şöyle ifade ediyor: Ben İmparator’a bakan gözlere bakıyorum. Senin fotoğrafınla bize ulaşan şey de buna benziyor, senin o ayrılık sonrası kısacık ana şahit olan bakışlarına bakıyoruz.
Evet şanslı hissediyorum kendimi bu fotoğrafla ilgili.